Birbirimizden öğrenmeye ne dersiniz?
Erkek egemenliğinin devletini arkasına alarak örgütlü olarak hayatlarımıza, bedenlerimize, emeğimize, kimliğimize kast ettiği sürece birleşik kadın hareketinin örgütlü gücünü sergilemekten başka çıkış yok. Hem bu topraklardaki hem de dünyadaki kadın özgürlükçü tüm hareketlerden öğrenmek, onlarla birlikte yol yürümekte ısrar etmekle başarılabilir bu. Yasaları da değiştireceğiz, dayanışmayı da büyüteceğiz, işgaller de yapacağız, bu düzeni de yıkacağız.
Türkiye'de kadına yönelik erkek şiddeti, savaş boyutuna ulaşmış durumda. Erkek egemen kapitalizmin kendilerine 'insanlığının çürümesi' bedelini ödeyerek sunulan ayrıcalığın 'rantı'yla hayatını sürdüren erkekler, mülksüzleştirilen kadınları mülkü görerek katlediyor. Günde üçer-beşer toprağa veriliyor kadınlar. Durmuyor, bu haliyle duracağı da yok.
Türkiye'deki kadın özgürlük mücadelesinin çok temel gündemlerinden biri, sermayenin sömürüsünün ve AKP/MHP faşizminin savaş politikalarının toplumsal çürümesinde en önünde koşan erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddet. İçine her türlü şiddet biçimini ekleyebiliriz. Ekonomik ve fiziki şiddetin boyutu katliama kadar uzanmış hali ise şiddetin boyutunu herkesin gözüne sokmasında görülüyor.
Bu tablo içinde kadınlara "ya makbul ya da maktul" olacaksın dayatmasında bulunuluyor. Buna itiraz ise "itaat etmiyoruz, korkmuyoruz, susmayacağız" oluyor. Şu anda kendini ister birey ister kolektif olarak kadın özgürlük hareketi içinde tanımlayanlar, kadına yönelik erkek şiddetine bu dayatmaya itirazda konumlandırıyor. O nedenledir ki, iktidarın herhangi bir politikasının dışında kadın özgürlük mücadelesinin tarihi iki günü 25 Kasım ve 8 Mart, bu itirazın, isyanın ve öfkenin en yüksek sesle dışa vurduğu takvimsel günler oluyor. Binlerce kadın, ortak taleplerde bir araya geliyor.
Aslında cinsler arasındaki çelişki ve çatışmanın da kendini daha fazla görünür kıldığı günler haline geliyor, bu takvimler. Nasıl ve nerede yapıldığından tutalım da kadınların kolektif cins bilincinin düzeyini de burada görmek mümkün hale geliyor.
Bu yıl İstanbul'da düzenlenen 25 Kasım eyleminin temel sloganı "Bir kişi daha eksilmeye tahammülümüz yok"tu. 25 Kasım Kadın Platformu'nun çağrısıyla eylem için bir araya gelen ideolojik ve politik farklılıklarıyla birçok kadın, bu eylemin parçası oldu. Beyoğlu Kaymakamlığı'nın yasak kararını tanımayacaklarını açıklamalarının ardından önce yasağı kaldırttı, ardından da 2 bin 500'e yakın kadının katılımıyla coşkulu bir yürüyüş düzenledi.
Ortada yasaklara karşı kadınların kolektif ve örgütlü iradesi vardı. Eylemin politik gündeminde erkek şiddetine öfke ve mücadele kararlılığı vardı. Bunu, birçok ilde düzenlenen eylemler için de söyleyebiliriz.
Gelin görün ki eylemin sonrasında akıllarda ne irade, ne kararlılık, ne de mücadele kaldı.
Akılda Tünel'de başlayan ve iki saat süren 200 metrelik yürüyüşte açılan onlarca mor renkli lolipop arasında Kaldıraç'ın taşıdığı kızıl bayrak ve "Ya sosyalizm ya ölüm" dövizi üzerine yürütülen tartışma kaldı. Bayrak sayısı 10'u geçmezken, döviz sayısı bir elin parmaklarına ulaşmamışken, eylemi sadece buradan okumanın ruh halini niyetin ötesinde ele almak ve tartışmak, en azından birbirinden öğrenme derdi olanlarda bir iz bırakacaktır.
***
Sosyal medyada onlarca paylaşım, hızla muhatapları taraflaştırma, ilerleyen paylaşımlarla da düşmanlaştırmaya dönüştürdü. Hakaretler de cabası. Söz yarıştırma, özellikle de erkeklerin 'son noktayı ben koyarım'cı yaklaşımı birçok anda yaşandığı gibi burada da görüldü. Özellikle de mevzu kadın özgürlük mücadelesinin herhangi bir konusu olunca hormonlar beyne hızla akın düzenliyor, klavyelerden 'yön ve had bildirme' kelamları dökülüveriyor. Olaya, olgulara, fikirlere vs. nasıl yön verileceği, hangi argümanların kullanılmasının 'doğru ve yerinde' olacağına kadar varan, gösterilen tepkiler sonrasında da 'ne yani fikir de belirtmeyeceğiz mi'ye dönüşen bir yaklaşım, 'mevzu'yu örten bir hale getiriyor ve bir eylemin analizi ve deneyiminin dışına çıkarıyor.
***
İstanbul'daki 25 Kasım anında ve sonrasında ne oldu peki? 25 Kasım Kadın Platformu, bir eylem örgütü. İçinde değişik ideolojik akımlardan kadınların yer aldığı bir oluşum, eylemin içeriğinden teknik hazırlığına kadar planlanması ve dağılma aşamasına kadar da sorumluluğunu üstlenmesi misyonuna sahip. Uzun yıllardır da çağrıları ve toplantıları, katılmak isteyenlere açık olmakla birlikte, çağrısına yanıt vererek alanda toplananlarla hedefine ulaşır.
Ancak tartışmalar da her nedense alanda başlar, hazırlık sürecinden daha fazla bir süre tartışması alır gider. Platformun belirlediği slogan, söz, bayrak, döviz 'belirlenenin dışında' olmasıyla veya 'siz emek harcamadınıza', 'onu değil bunu taşıyın', 'o olmaz, bu olsun'a kadar gelen, aslında ağırlıklı olarak da kendini 'feminist' olarak tanımlayan, yani yataylıktan, çoğulculuktan, çeşitlilikten, hegemonik veya 'iktidar dışı'lıkla kodlayanlar tarafından uygulanan bir hal, eylemin değerlendirmesinde belirleyici olur.
Kaldıraç'ın taşıdığı 'Ya sosyalizm ya ölüm' pankartı elbette ki 'Bir kişi bile eksilmeye tahammülümüz yok', "Yaşamak istiyoruz" sözünün temel alındığı bir eylemde, derdini anlatmadığı açık. Ancak yapılan tartışmaların ucu, 'erkek'lere yönelik olmaktan uzaklaşarak 'sol', 'sosyalizm', 'devrimciler'e uzanınca tartışma da amacından sapıyor. Genellemeci, toptancı ve hatta aslında pek de farkında olarak ideolojik ve siyasi bir noktadan, 'ideolojik ve siyasi' eleştiriden çıkarak, düşmanlaştırma, karalama, yıpratma aşamasına geçilmiş oluyor. Bu söyleme dair yapılan eleştiriler ise yine benzer bir noktadan 'erkeklikle' yaftalanıyor. Özcesi her durumda 'haklıyız', her anda 'size söz düşmez'e gelen 'bu alanı ben belirlerim'e terfi eden, 'hiyerarşik' bir 'hegemonik' ilişkiye dönüşüyor. Birilerinin 'yok böyle bir dünya' demesinin de hükmü kalmıyor nazarlarında.
Bir eylemi niçin düzenleriz, bir eyleme neden açık çağrı yaparız. Kadınlar hadi gelin derken, 'örgütlü kadınlar bu çağrımız size değil ama' diye not düşülmediğine göre, -kimi zaman bu dayatmalar şu sloganlarla veya şu renkle gibi sınır çeken söylemlere de tanıklık ettik- 'ama nasıl böyle katılırlar' histerisini anlamak da epey zor oluyor.
Nitekim, eyleme yönelik yasaklamaya dair 'her koşulda yürünecek' iradesini gösteren platform içinde yer alan kimi arkadaşların, sonradan dövizleriyle toplanma alanlarına giderken 'takip veya gözlem altında' tutmaları -belki de 'işin örgütlenmesindeki gerilim'den diyelim- alanda gösterilen tepkileri de bir kenara not etmek gerekir. '8 Mart 2014'te özeleştiri vermeyenler' denilerek örgütlü kadınlar teşhir edilirken, platformun dövizleri dışında döviz taşıyanların ve yasaklandığı için alana sokulmayacağı söylenen gökkuşağı bayrağı taşıyanların veya kızıl bayrak taşıyanların kendilerini ifade eden materyallerin ellerinden zorla alınmasını da gördü bu gözler ve hiçbir zaman da açık bir özeleştiri duymadı bu kulaklar.
***
Eyleme uygun olmayan kimi materyaller veya sözler nedeniyle kadınların veya LGBTİ'lerin kendilerini ifade ediş biçimlerini en fazlasıyla eleştirebiliriz. Ancak yasak uygulayamayız.
Bu bir araya gelişlerin politik bir amaç taşıdığı açık. Soruna dair tepki veya çözüm önerisini ortaya koyar. Yani, kendi fikrinin propagandasını yapar. Bundan daha meşru bir şey var mı? Kızıl bayrak da, mor bayrak kadar meşrudur. "Kadının yoksa cebinde parası amıdır kumbarası" sloganı ne kadar meşruysa, "Ya sosyalizm ya ölüm" de o kadar meşrudur. Gerisi fikirsel tartışmanın konusudur, teşhirin veya karalamanın değil.
Anarşisti, feministi, sosyalisti, demokratı, devrimcisi vs. kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın, 8 Mart'larda alana çıkan on binlerce kadının feminist olmadığını bilmesine rağmen, feminizmi ideolojik olarak benimseyen ve bu anlamıyla da örgütlü duruş sergileyen feministler, o yürüyüşü feminist yürüyüş olarak tanımlar ve böyle tanımlanmamasını da her ortamda eleştirmeyi bilirler. İdeolojik veya teorik olarak değil, gerçekten de somut bir soruna somut bir çözüm önerisi bulunmak veya bu somut soruna dair sözü, öfkesi, tepkisi neyse onu yansıtmak için yani 'politik' olarak bir araya gelenlerin ortaya çıkardığı siyasi etkiyi hanesine yazma 'özgürlüğü'nü kendine tanır. Oysa ki yapılan kendilerinin de özellikle sosyalistleri eleştirirken sıklıkla kullanılan 'kadınları nesneleştirilmesi'ne uzanır.
***
Türkiye ve Kürdistan'daki cins ve cinsiyet özgürlükçü mücadele birbirinden öğrenerek gelişti. Cins çelişkisini ve çatışmasını, devlet-halk çelişkisi, sermaye-emek çelişkisi değerinde ele almak ve teori, politika ve örgütsel düzenini 'kadın devrimi'ne içeren sosyalist kadınlar bunun hakkını teslim etmekten imtina etmedi. Sosyalizm iddiasında olan birçok yapının bu bilinçle hareket etmediği gerçeği de duruyor orta yerde. Kadın dayanışmasını, 'erkeklerle el ele' yürümeye tercih edenlerin, bu yılki eylemde olmasına 'dudak bükmek' yerine kazanım olarak da görülebilir pekala. Bu erkek egemen kapitalist sistemle derdi olanlar, er ya da geç cins çelişkisiyle yüzleşiyor, yüzleşmeye devam edecek, 'Ya sosyalizm ya ölüm' dövizi taşısa da.
Ne var ki aynı şeyi feministler için söylemek pek mümkün değil, (feminist hareket diyerek, toptancı yaklaşım içinde olmamayı tercih ediyoruz). 'Karmadaki kadınlar' veya 'örgütlü kadınlar' ayrıştırmasını çokça yapanlar bakımından özellikle söylemek gerekir ki, 'örgütlü kadınlar' 'zayıflığı' değil, örgütlülükle kendilerinde değiştirme iradesi ve gücü buluyor. Tartışıyor, tartıştırıyor, eyliyor ve karşısında örgütlü erkek egemen devlet düzenine ve onun toplumuna karşı duruyor. Feminist hareketin de bildiği ama en azından bu topraklarda ilk olarak onların 'şimdilik' vazgeçtiği örgütlülüğün gücünü ve bunun yarattığı kazanımları arada sırada da olsa hatırlatmak gerekiyor.
***
Bu sorun ve olguların hepsi hangi ideolojik arka plana sahipseniz onun süzgecinden geçer. Burada yazılanların da bu anlamıyla birçok noktası tartışılır, bu da meşrudur. Ama bu tartışmanın hangi amaçla yapıldığı ve sonuçlarının kimi nasıl etkileyeceği sorumluluğu daha belirleyicidir. Saflaştırma mı ortaklaşma mı, empoze ederek baskılamak mı yoksa bir araya gelişin yolu üzerindeki taşları temizleme mi ortaya çıkan.
Erkek egemen kapitalist ve heteroseksist yaklaşımlara karşı kadınların ve LGBTİ'lerin ortak mücadele deneyimlerinin kazanımları mı belirleyici olacak yoksa, AKP/MHP faşizminin kadın ve LGBTİ düşmanı politikalarının toplum üzerinde estirdiği gerici ve geriletici rüzgarına barikat olamamanın sorumluluğunu en yakındakilere atan, çaresizliği, çözümsüzlüğü ve değişime olan umutsuzluğu mu teslim alacak bizi.
"Bir tek kişi bile eksilmeyi" önleyemediğimiz sürece gerçek kazanım ve gerçek bir zaferden söz edilebilir mi? Kadın düşmanı AKP/MHP faşizminin feministlerin haklı olarak övüne övüne nice söz tükettiği kazanımların teker teker de elimizden alındığı gerçeği karşımızda dururken, farklılıklarımızla birlikte, bir arada zorlu bir mücadelenin önündeki engelleri aşmanın yol ve yöntemini tartışmaktır ön açıcı olan.
Hegemonya mücadelesinin elbette bir anlamı var. Ama faşizmin hegemonyasının her yeri sardığı ve nefes alacak hava sahasını daraltmışken, çareyi o küçücük hava sahasındaki oksijen kimin hakkı tartışması yerine içeriye hava girmesini sağlamak hepimiz için daha hayatidir.
Hayati olan bu tablo içinde erkek egemenliğinin devletini arkasına alarak örgütlü olarak hayatlarımıza, bedenlerimize, emeğimize, kimliğimize kast ettiği sürece birleşik kadın hareketinin örgütlü gücünü sergilemekten başka çıkış yok. Hem bu topraklardaki hem de dünyadaki kadın özgürlükçü tüm hareketlerden öğrenmek, onlarla birlikte yol yürümekte ısrar etmekle başarılabilir bu. Yasaları da değiştireceğiz, dayanışmayı da büyüteceğiz, işgaller de yapacağız, bu düzeni de yıkacağız. Feministlerin sloganlarından da, Rojava'da elinde silah almış kadınların çetelere karşı yürüttüğü özsavunmasından da, Şilili kadınların dansından da öğreneceğiz.