18 Eylül 2024 Çarşamba

Atakan Mahir: Kalbimin tamamlanmış boşluğu

Belgeselin gösterildiği o salonda, neoliberal kapitalizmin insanlığın ruhunda yarattığı derin tahribata, yaşamak adına sürüklendiği bencilliğe, insan yaşamının merkezine oturttuğu tüketim dünyası ile tüm değerleri tüketim gücüne bağlayan bu rezil sisteme toplu bir mezar ayini gerçekleşmişti.

Bazı anılar vardır, aradan yıllar geçse de belleğinizde capcanlı tazeliğiyle korur kendisini. Sanki yıllar öncesine ait değilmişçesine, dünden de yakın, az önce yaşanmış gibi her anını her ayrıntısını andaki simalardan duyduğunuz seslere kadar her şey ama her şey uyandırdığı hissiyatla zihninizdedir; kalıcılaşmış, hayatın ve ilerleyen zamanın yol açacağı olası "hasarlara" karşı beyninizin en korunaklı bölgesinde kendisini korumaya almıştır.

Çocuktum, 20 günlük bebekleriyle evimize taşınan kiracılarımıza düzenli gelen dergide yazılanları okumakla başlamıştı serüvenim. İlginç anlatımlar yer alırdı o dergide. Çocuk olmaktan kaynaklı çevremi saran dünyanın gördüklerim ve bildiklerimden ibaret olmadığını o dergide anlatılardan anlamaya çalışırdım. Bilinç ve algı seviyem düşük olduğundan derginin her sayfası da ilgimi çekmezdi. Çoğunu da anlamazdım zaten, çocuk dergisi değildi sonuçta… Özgür Halk adındaki bu derginin benim için özel olan, özenle takip ettiğim bölümü/bölümleri vardı. O bölümde "Gerilla Günlükleri" yayınlanırdı ve çok ilgimi çekerdi. Alışılmışın dışında başka bir yaşam ve mekân formatının dile geldiği bu anlatılar yer yer yüceltilmiş kahramanlıklarla dolar yer yer barınabilmek için doğa koşullarına karşı insanın olağanüstü emek ve çabalarıyla inanılmaz mekanlar yaratılır, bildiğimiz, gördüğümüz ve yaşadığımız toplumsal ilişkiler dışında farklı, özgürlüğü kışkırtıcı, yaşadığın dünya ile okuduğun dünya arasında bir sarkaç gibi sallandıran gelgitlerin tasvir edildiği fantastik bir dünyanın büyüleyici atmosferine sizi davet ederdi.

Gabar'ı, Cudi'yi, Eruh'u, Dersim'i, Aliboğazı'nı, Şemdinli'yi, Colemerg'i, Amed'i ve dahasını hep bu dergiden okumuş, ne olduklarını bilmeden içinde yaşadığım dünyanın dışında fantastik bir gezegene ait yer olarak canlandırırdım. Yıllar sonra cezaevinde Edip Yalçınkaya'nın "MA Ülkesi" romanını okuyunca çocukluğumdaki fantastik dünyanın yazılı halini edebi bir eser haline getirmesi şaşırttığı kadar sevindirmişti de…

O dönem bu "fantastik dünya"ya ait çok sayıda kahraman olsa da, kalbimde tamamlanmamış bir boşluğun kaldığını söylemem gerek. O boşluk, yıllar sonra bir belgesel aracılığıyla tanımış olsak da yerini buldu ve "kalp ile beyin arasında kendi dengesini" kurdu. Çoğumuz onu bir belgeseli ile tanıdık. Birçoğumuz hala tanımaya çalışıyor, tamamlanmamış bir hikâyenin, sonu gelmemiş bir serüvenin ve yolu bitmemiş bir yürüyüşün en güçlü aktörlerinden birisi olarak o, çağımızın altın kalbinde edindiği yer ve bıraktığı derin izlerle mücadele tarihinin görkemli sütunlarına yazdırdı adını: Atakan Mahir yoldaş!

Hatırlayanlar olacaktır, 2015'te Documentarist 8. İstanbul Belgesel Film Günleri kapsamında Festival Komitesi tarafından Şişli Kent Kültür Merkezi'nde Bakûr (Kuzey) Belgeseli gösterime sunulmuştu. Bu belgesel, çekimleri Kuzey Kürdistan'ın üç ayrı bölgesinde yapılan, o dönem adına "çözüm süreci" denilen bir kesitte Güney'e çekilecek gerilla birliklerinde yer alan gerillalara tutulduğu bir süreç değerlendirmesi niteliği taşıyordu. Atakan Mahir'i de bu belgeselle tanımış oldu birçoğumuz. Yalınlığı, insanı yıllardır tanıyormuşçasına içine çeken sıcaklığı ve yakınlığı, üslubundaki sakinliği ve gerçekten ona atfedilen bilgelik ve Dersim Dervişiliği'nin daha ilk izlenimdeki büyüleyiciliği "Dağ Akademisi" derslerindeki inanılmaz sorgulayıcı ve kışkırtıcı fikir hareketleri bu izlenimlerin ne kadar doğru olduğunu gösterir nitelikteydi. Kadın sorunundaki tartışma kültürü ve bu konudaki hassasiyeti, Türkiye devrimci hareketinin hala kimi konularda aşamadığı "erkeklik" sorunu göz önüne alınacak olursa Atakan Mahir'in özel bir yoğunlaşma ve kadın sorununa kendi yaşam pratiğiyle nasıl bir yanıt verme çabası içinde olduğunu görmek hepimiz açısından eğitici olduğu kadar öğretici de olacaktır. "Kalbimin Hikayesi" kitabında onu birebir tanıyan yoldaşların önemle altını çizdiği bu konular da bence çok önemli ve özel bir hassasiyeti gerektiriyor...

Bakur Belgeseli'nin Şişli Kültür Merkezi'nde gösterime sunulduğu gün ben de izleyenler arasındaydım. Dediğim gibi, bazı anılar gerçekten insan hafızasının korunaklı bölgesinde kendisini özel olarak koruyor. Hâlâ az önce izlemiş ve gösterimi izleyenleri gözlemlemişim gibi hissediyorum.

İzleyicilerin genel bir Kürt kitlesi, Kürt öğrenciler ya da kentleşen Kürtler olmaması dikkat çekiciydi ve bu burjuva kent yaşamı içinde kendince bir yer tutmuş, kimisi memur kimisi banka ve plaza çalışanı kimisi de mimar-mühendis takımından oluşan görece elit kent emekçileriydi. Çok iyi hatırlıyorum, perdedeki beyazlıkta beliren anlık yeşilimsi-gri bir görünüm salonu ayağa kaldırarak ıslık ve çığlıkların atılmasına neden olmuştu. Kitleyi gözlemlediğimden durumu ilk bakışta anlayamamıştım ama bir refleksle yüzümü beyaz perdeye döndüğümde gördüğüm ilk şey coşkuyla "kale kapmaca" oynayan gerilla grubunun görüntüsü olmuştu. Bir anda ayağa kalkan salon, ıslık ve çığlıklarla çınlamıştı. Zılgıtlarla "Biz de buradayız" diyordu salondaki Kürt kadınları. Yanı başımda oturan genç kadın ve erkek bu atmosferden duygusal olarak da etkilenmişti. Yanılmıyorsam, bu genç kadın ve erkek Kürt de değildi. Gerçi ben dahil salonun büyük çoğunluğu aynı duyguları yaşamıştı.

Bu duyguların yaşanmasında şüphesiz gerillaya dönük bir sevgi ve sempati de yatıyordu. O dönem -ve halen süren- neoliberal siyasal gericiliğin en koyu haliyle vücut bulduğu DAİŞ çetelerine karşı kahramanca savaşan bu yiğit ve gözü pek insanlara saygı ve sempati duymamak zaten başlı başlına insanlık erdemlerine sırt dönmekle eş anlamlıydı. Salondaki kitlede oluşan duygu yüklü atmosferin bir yanı gerillaya dönük sevgi ve sempatiyle örülüyken diğer yanını ise gerilla yaşamında vücut bulan özgürlük tutkusu oluşturuyordu. Çünkü onun yaşamına baktığında özlemini kurduğu dünyayı görüyordu. Burjuva kent yaşamının o boğucu ve öğütücü koşullarına karşı yüreğinde düşlediği özgürlük tutkusunu arıyordu. Bir taraftan da yerleşik yaşam ve alışkanlıklarını bırakamayan alternatifsiz küçük burjuva-elitist kent emekçisinin özlemleri bu tutkuya olan uzaklığı ele veriyordu.

İş yaşamında yaşadığı o boğucu rekabet, çalıştığı işyerinde kalıcı olabilmek ve mevki atlamak adına gece gündüz demeden koşturduğu sınavlar, hafta sonları alınan ekstra eğitimler, ayakları topraktan gözleri güneşten kesilmiş karanlık plazalarda öğütülen ve bir saniyelik duraksama sonucu işten atılacağı korkusuyla rüyasında bile iş gören küçük burjuva-elitist kent emekçisinin neoliberal kent yaşamının onu içine çekerek günden güne öğüten girdabına karşı içinde biriktirdiği isyan o gün o salonda bir çığlık olarak yankılanmıştı.

Kısacası o salonda, neoliberal kapitalizmin insanlığın ruhunda yarattığı derin tahribata, yaşamak adına sürüklendiği bencilliğe, insan yaşamının merkezine oturttuğu tüketim dünyası ile tüm değerleri tüketim gücüne bağlayan bu rezil sisteme toplu bir mezar ayini gerçekleşmişti.

Yine yıllar sonra "Dağ Akademisi" sunumlarında birebir örtüşmesek de Atakan Mahir'in gerçekten zihinleri kırbaçlayan fikir hareketleri vardı. Zaten kendisi de müthiş bir mütevazılıkla adını böyle koyuyordu. Her tartışmaya önü açık, derinleştirilmesi mümkün ve eleştirisi olası yaklaşımlar olarak bakıyordu. Sosyalist bilinç ve yaklaşımları güçlü, öğrenilmesi gereken çok şeyleri olan bir yoldaştı.

Klasik olacak ama bu dünyadan bir Atakan Mahir geçti. Geçerken yüreklerimize dokunmayı bildi, gerilla yaşamının mekanik bir silah-savaş-öl-öldür olmadığını, onun kendine özgü bir hakikat arayışı olduğunu canlı canlı gösterdi. Modern çağın etkin gerilla savaş sanatı ustası olarak dünya halklarının hem öğrencisi hem de büyük bir öğretmeni olarak yerini hazırladı…