29 Eylül 2024 Pazar

Piroğlu: İşçi sınıfının mücadelesinin yükseleceği bir döneme giriyoruz

"İktidarın halka sunduğu 'normallik' ölüm ve sefalettir" diyen HDP Milletvekili Piroğlu, işçi sınıfının mücadelesinin yükseleceği bir döneme girildiğine dikkat çekti. İktidarın sermayeden yaptığı tercihlerden dolayı halkın tepkisine maruz kalmamak için daha fazla baskıyı artıracağı tespitinde bulunan Piroğlu, sosyalizm talepli sınıf mücadelesinin büyütülmesi gerektiğini söyledi.

AKP iktidarı bir taraftan "normalleşme" planı adı altında ekonominin iyileştirilmesi planları açıklarken, diğer taraftan halkı işsizlik ve yoksulluk girdabına soktu. Krizin etkilerini azaltma adı altında sermaye gruplarına teşvikler sunulurken, işçilere işsizlik, ezilenlere daha fazla yoksulluk düştü. Pandemi sürecinin başından beri iktidar için öncelik ekonomi oldu. Bu durumun kapitalist devletlerin tamamı için geçerli olduğunu söyleyen Halkların Demokratik Partisi İstanbul Milletvekili Musa Piroğlu, "İktidar, ekonomi ve halk sağlığı açısından bir tercih yaptı ve ekonomiyi tercih etti" dedi.

Sol sosyalist hareketin daha çok iktidara yapması gerekenleri hatırlatan çağrılar yaptığı eleştirisinde bulunan Piroğlu, ETHA'ya verdiği röportajda, bunun da farkında olunmadan iktidara yardımcı olduğu şeklinde değerlendirdi.

İktidarın halka sunduğu 'normal'in ölüm ve sefalet olduğu vurgusunda bulunan Piroğlu, "Çok basit açılımlar bile somut adımlar getirebilir. Savaş bütçesinin sona erdirilmesi, Suriye'den, Libya'dan, Sudan'dan, Kıbrıs'tan askerlerin geri çekilmesi, büyük sermayeye ciddi yaptırımların uygulanması, ÖTV ve KDV'nin kaldırılması…" diyerek, yürütülecek mücadelede öne çıkarılacak taleplere dikkat çekti.

'Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak' söyleminin altı boş naiflik olduğunu söyleyen Piroğlu, "Mars'ı yeniden keşfetmemize gerek yok. Yeni dediğimiz, sosyalizmden başka bir şey değil" şeklinde konuştu. HDP Milletvekili Musa Piroğlu'nun sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

'İKTİDAR TERCİHİNİ ÇARKLARIN DÖNMESİ İÇİN YAPTI'
Koronavirüs pandemi sürecinin ekonomik ve siyasal sonuçları ile devrimci-ilerici güçlerin burada nasıl konumlandıklarını kısaca değerlendirir misiniz?

Hemen hemen dünyanın bütün büyük ülkelerini etkisi altına alan ve binlerce, yaklaşık üç yüz bine yakın insanın öldüğü söylenen salgın durumuyla yüz yüzeyiz. Salgına dair de bir dizi tedbirler alınmaya çalışılıyor. Türkiye'de hükümet, bu tedbir meselesinde kendisi gibi davranan ABD, İngiltere vb. birkaç ülkeyle uyumlu durmaya çalıştı. Bu da şuydu; salgın, ekonomik ve fiziki olarak, insan sağlığı olarak ciddi tehditler yaratıyordu. İktidar, ekonomi ve halk sağlığı açısından bir tercih yaptı ve ekonomiyi tercih etti. "Çarlar dönecek" söylemi aslında bu ekonomik tercihin yansımasıydı.

Salgını karşılamanın iki yolu vardı. Bunlardan birincisi, halk sağlığını koruma temelinde harekete geçilmesiydi. Buna dair tedbirler değişik yerlerde yapılmıştı, adımlar atılmıştı. Yüksek oranda izolasyon, zorunlu üretim dışındaki üretimin durdurulması ve doğal olarak izole edilmiş, evde yaşamaya teşvik edilen halk kitlelerinin ihtiyaçlarının, işçilerin ücretlerinin, işyeri kapanan küçük esnafın giderlerinin devlet tarafından finanse edilmesi gerekiyordu.

İkinci tercihse, üst sınıfları korumaya alıp, hem can hem mal açısından korumaya alıp işçi sınıfı ve yoksul kitleleri, küçük esnafı salgınla baş başa bırakmaktı. Türkiye'de iktidar ikincisini tercih etti. Halka ve işçi sınıfına karşı düşmanca bir siyaset izledi. Halk sağlığı ve halkın yaşam koşullarını görmezden gelerek üst sınıfları koruma yolunu tercih etti.

Ne oldu? İki tane olay oldu.

Bunlardan birincisi, daha salgının başlangıcında bir sınıf karantinası uygulayarak üst sınıfları koruma adı altında küçük esnafı, küçük hizmet yerlerini kapatarak bu insanların gelir durumunu bitirdi ve buralarda çalışan yüz binlerce insanı işsiz bıraktı. Buralara dair bir destek paketi de açıklamadı (daha sonra buralara kuruşla ifade edilen destek verileceğini söyledi) bu insanları sefaletle yüz yüze bıraktı. İkincisi de işçileri ve çalışanları da fabrikalarda çalışmaya teşvik etti ve milyonlarca işçi de bu tedbirlerin dışında tutuldu. Ne sosyal mesafe uygulandı, ne sokağa çıkma yasakları uygulandı ne de sterilizasyon tedbirleri uygulandı. Bunun faturası da, işçilerin yaşadığı evlere, mahallelere hastalığın geri dönmesi olarak görüldü. Daha sonra ortaya çıktı ki büyük sanayi kentlerinde, işçilerin yaşadığı bölgelerde vaka sayısı korkunç yüksek. Ama üst sınıfların yaşadığı şehirlerde ve bölgelerde bu oran çok daha kısıtlı olarak çıktı. İktidar, salgının faturasını komple işçilerin ve yoksulların sırtına yükledi.

MESELE SAĞLIK DEĞİL SOSYAL MESELEDİR
Devrimci hareketler ne yaptı dersek esas sorun bu. İktidar meseleyi bir sağlık meselesi olarak ele aldı ve buradan yürüdü. Toplumun ekonomik sosyal çıkarlarını görmezden gelmeyi tercih etti, sosyal mesele olarak görmedi. Ekonomik çıkarlar da sermayenin çıkarlarıydı. Sosyalist hareketin büyük bir kısmı da meseleyi sağlık meselesi olarak ele aldı. Ne yazık ki salgının başından ve 1 Mayıs süreci diyebileceğimiz, 1 Mayıs haftası diyebileceğimiz döneme kadar büyük oranda iktidarın "Evde kal" çağrılarına uyumlu bir siyaset izledi. Seslenme iktidara yönelik yapıldı, iktidarın atması gereken adımlar atıldı, maddeler halinde beyanlar verildi; ücretli izin verilmesi istendi, doğrudan destek ve teşvik verilmesi istendi, sağlığa dair tedbirlerin alınması, zorunlu hizmetlerin dışında üretimin durdurulması istendi. Ama bu isteklerin hepsi iktidara yönelik yapıldı. Bunun alternatifi bir çıkış, bunun alternatifi bir mücadele örülmedi. Aslında halk kitleleri iktidardan beklentiye sokuldu, sosyalist hareket de kendi duruşu nedeniyle iktidarın bu politikasına farkında olmadan yardımcı oldu. Şimdi bundan çıkma dönemini yaşıyoruz.

BU KRİZİN BİR BEDELİ VAR VE DEVLET BUNU ÖDEMEK İSTEMİYOR
Erdoğan, geçtiğimiz hafta 'normalleşme' planını açıkladı. Gerçekten bir 'normalleşme' olacak mı? Plan ne içeriyor, siyasal iktidar neyi amaçlıyor?

Bu iki aylık izolasyon ve küçük üretimin durması, üretimin büyük oranda frenlenmesi ve tüketimin de büyük oranda frenlenmesi ancak ve ancak devletin tüm imkanlarını ancak ve ancak halk için seferber etmesiyle yürütülebilir. Devlet, savaş bütçesinden vazgeçmek zorundadır, devlet sermayeye ayırdığı o ödenekleri kaldırmak zorundadır, köprülere, yollara yüksek ihalelerle ödediği projelerden vazgeçmek zorundadır, sermayeye dair birtakım yaptırımlar uygulamak zorundadır. Ve buradan elde ettiği geliri de halkın yaşamını sürdürmesi için seferber etmek, harcamak durumundadır. Bu tercihi yapabiliyorsa, salgına karşı bu tedbirler devam eder. Salgının geçtiğine dair sadece rivayet var. Henüz ikinci dalganın oluşup oluşmayacağına dair spekülasyonlar var. Ama salgına dair bir aşı bulunmadı, etkili bir tedavi yöntemi bulunmadı, sadece salgının yavaşladığına dair birtakım açıklamalar yapılıyor ve bu veriler devlet tarafından açıklanıyor. Dünyanın her yerinde aynı şey yapılıyor. Türkiye'de iktidar salgının başından beri sermayenin çıkarlarına yönelik önlemler aldığı için, insanları daha fazla evde tutmak pozisyonuna sahip değildir. Çünkü bunun yansıması yağmadır, bunun yansıması el koymadır, bunun yansıması halk hareketleridir. Halk kitlelerine hiçbir destek vermeden işçi ve yoksulları uzun süre evde tutamazsınız. Hele ki kiraların ödenmesinin durdurulması, iptal edilmesi, elektrik, doğalgaz faturalarının iptal edilmesi, doğrudan destek gelirlerinin sağlanması gibi hiçbir adım atmıyorsanız bunların bir bedeli var ve devlet bunu ödemek istemiyor.

İktidarın 'normalleşme' dediği şey, halk kitlelerini salgınla, ölümle yaşamaya ikna etmekten başka bir şey değil. İnsanları normal hayatın içerisine çekip, yaşanan sefaleti kabul edilebilir bir seviyeye çekmeye uğraşıyor. İnsanlar şunu görecekler, sefaletin temel sebebi salgın değil. Sefalet, Türkiye ve dünyada kapitalist ekonominin geldiği tıkanıklıktır. Özellikle Türkiye'de yoğun tıkanıklıktır. Sefaletin büyüğüyle esas 'normalleşme' dedikleri yerde karşılaşacaklar. Salgın yasaklarının kalkmasının, kafelerin, barların açılmasının, tüketim yerlerinin açılmasının bir faydası olmayacak. Ağır bir sefalet önümüzdeki dönemde Türkiye halklarını bekliyor. İktidarın 'normalleşme' dediği tek şey kendi ekonomisini toparlama çabası, sermayeye destek çabası, halkı da ölümle, sefaletle yüz yüze getirme çabasından başka bir şey değildir. İktidarın halka sunduğu 'normallik' ölüm ve sefalettir.

SOL SOSYALİST HAREKET SOMUT TALEPLER VE PLANLA YÜRÜMELİ
AKP'nin 'normal' diye sunduğu projeye karşı toplumsal muhalefete düşen rol nedir?

Birincisi, bu 2-2,5 aylık ataletten çıkmak zorundadır toplumsal muhalefet. Mesele bir sağlık meselesi değil, mesele sosyal meseledir. Yaşanan bir sağlık krizi değil, sosyal krizdir. İşçi sınıfı ve halklar ağır bir yoksulluk içerisinde ve bu yoksulluk büyüyerek devam edecek. İnsanlar, Lübnan'da olduğu gibi salgından ölümle açlıktan ölüm seçeneği arasında kaldığında hastalığı göze alıp sokağa çıkacak ve iktidara karşı bu öfkeyi devreye koyacaktır.

Öfke büyüyor. Ama sol, sosyalist, toplumsal muhalefet buna önderlik edemezse, buna önderlik edecek bir program ve bunu hayata geçirecek bir güç birikimi ortaya çıkaramazsa ne yazık ki burada kötü, daha sert bir otoriter, iktidarın beslendiği daha baskıcı sürecin çıkma ihtimali yüksektir. Bu yüzden sosyalistler ne yapmalı, toplumsal muhalefet ne yapmalı dediğimizde birincisi, bu işin aslında bir sağlık krizi olmadığını, sağlık krizinin iktidarın ve bir bütün olarak kapitalist sistemin kendisini var ediş şeklinden kaynaklandığını ortaya koymak zorundalar. İkincisi, halkın karşısına yapılabilir, asgari ve azami hedefleri olan bütünlüklü bir programla ve halkın dilinden, halkın anlayabileceği bir programla çıkmak zorundalar. İktidara akıl vermekten, iktidardan talep eden yerde durmaktan, yani durum tespiti yapan yerde durmaktan çıkmak zorundayız. Biz halka çözüm gücü olmalıyız, biz iktidarı hedeflemeliyiz, çözümü de yapılabilir somut talepler üzerinden sergilemeliyiz. Çok basit açılımlar bile somut adımlar getirebilir. Savaş bütçesinin sona erdirilmesi, Suriye'den, Libya'dan, Sudan'dan, Kıbrıs'tan askerlerin geri çekilmesi, büyük sermayeye ciddi yaptırımların uygulanması, ÖTV ve KDV'nin kaldırılması… Bu talepleri hayata geçirecek bir mücadele çağrısı olmalıdır. Bu mücadelenin önene geçecek şekilde de kendimizi donatmalıyız. Doğal olarak da iktidara seslenmekten vazgeçip halka ve işçi sınıfına seslenen bir yere geçmeliyiz. Halkın ve işçi sınıfının yaşadığı yerlere yüzümüzü dönmeliyiz. Buralarda bu talepleri dile getirecek araçları bulmak zorundayız.

KAPİTALİZM ÇOKTANDIR HALKLARIN GÖZÜNDEN DÜŞMÜŞTÜ
Pek çok kesim, "Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak" diyor. Bu söylem, tek başına yeterli mi? Yeninin adını (kapitalizme karşı sosyalizmi) koymak ve mücadeleyi buna göre örgütlemek güncel bir mesele değil mi?

"Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" söylemi aslında sadece salgına özgü bir şey değil. İklim krizi ortaya çıktığında, büyük halk hareketleri ortaya çıktığında da kullanılan kavramlardı ancak tek başına salgının, iklim krizinin ya da başka bir şeyin kapitalizmi devireceğini beklemek, süreci kendiliğindenciliğe bırakan altı boş naiflikten başka bir şey değildir. Öz gücüne güvenmeyen, işçi sınıfı mücadelesine güvenmeyen, aslında mücadele etme azmi ve kararlılığını önüne koymayan bir söylemdir. "Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" söylemi arkasında güçlü bir mücadele varsa anlamlıdır yoksa bu söylem, eskinin çok daha güçlenerek karşımıza çıkacağı durumunu karşımıza dikebilir. Biz bunu yıllardır sürekli söylüyoruz ancak bu bir beklenti oluşturmanın ötesine geçmiyor.

Bir de şunu kabul etmek gerekir ki, biz sadece salgını tartışmak durumunda da değiliz. Salgından önce, dünya ekonomisi, doğa yıkımla yüz yüze gelmişti. Kapitalizm salgından önce de yıkım, yok oluş dayatmıştı. Barbarlıkla sosyalizm arasında bir tercih salgından önce de güncelleşmişti. Lübnan'dan Kolombiya'ya, Şili'ye kadar, Irak'tan İran'a kadar bir dizi halk ayaklanmasının yaşandığı bir dönem içinden salgına geçildi. Salgın, kapitalizmin üstündeki son örtüleri de yırtıp attı ve insanların gözünde şunu ortaya koydu: kapitalizm, insan toplumuna yıkım, doğaya da yok oluş dışında bir seçenek bırakmamış durumda. Ya buna boyun eğilip kapitalizmle birlikte bütün insanlık yok olacak, seyirci kalınacak ya da kapitalizm yıkılırken onun üstünde sosyalizmin kurulmasının mücadelesi başlayacak. Salgın, bunu daha bir açığa çıkardı. Sosyalizm fikriyatının ne kadar güncel açığa çıkardı ve bir de şunu gösterdi: hatırlarsanız, salgından önce temel tartışma, işçi sınıfının tarihsel rollerinin bittiği, sosyalizm fikriyatının öldüğü üzerineydi. Bunun yerine yeni yeni arayışlar gündemdeydi. Salgın şunu gösterdi ki üretim yoksa işçi sınıfı yoksa bu dünyanın ve insanlığın yaşama koşulları yok.

İşçi sınıfının mücadelesinin yükseleceği bir döneme giriyoruz. Bizim, eskisi gibi olmayacak dediğimiz yerde yeniyi tariflememiz, yeninin altını doldurarak bunun mücadelesini yürütmemiz gerek. Mars'ı yeniden keşfetmemize gerek yok. Yeni dediğimiz, sosyalizmden başka bir şey değil. Bu salgın, kapitalizm bir tek şey gösterdi insanlığa, Rosa Luksemburg yüz yıl önce söylemişti, barbarlıkla sosyalizm arasında bir tercih dayatıyor insanlığa, biz de sosyalizm tercihini güçlendirmek zorundayız. Sosyalizmin temeli olan sınıf mücadelesini güçlendirmek durumundayız. Bunun bütün imkânları var. Yeter ki bunun için hamlelerimizi artıralım, bunun için yan yana gelme koşullarımızı büyütelim.

KÜRT HAREKETİYLE YAN YANA YÜRÜMEDEN BU SÜRECİ ATLATAMAYIZ
Savunduğumuz her şeyin söylemin ötesine geçmesi için iki temel şeye ihtiyacımız var: Bir, sosyalistlerin, toplumsal muhalefetin bu ataletten çıkıp yüzünü sokağa dönmesi, mücadelenin içine girmesi. İnsanların, işçilerin yaşadıkları mekânlara, fabrikalara tekrar dönmesi gerekiyor. İşçilerle birlikte yeni mücadele biçimlerini keşfetmesi ve hayata geçirmesi gerekiyor. 

İkincisi de, sözün güç kazanabilmesi için mümkün olan en geniş yan yana geliş koşulları yaratılmak zorunda. Sosyalistler kendi tekil doğrularının peşinden koşmaktan, kendi tekil güçlerini seferber etmekten bir adım daha öne çıkmalı mümkün olan en geniş yan yana gelişleri sağlayarak işçi sınıfı ve ezilen halklara moral vermelidir.

Burada şunu da vurgulamak gerekir; Türkiye gibi ülkeden söz ediyorsak, Kürt özgürlük hareketiyle yan yana yürümeden, ne salgına, ne de yaklaşan yıkıma, kapitalizme direnme ve AKP rejiminin yarattığı baskıyı yıkma şansımız yok. Bu birlikteliği yaratmak zorundayız. Ortak mücadele, birleşik mücadele kazanacaktır.