29 Eylül 2024 Pazar

Kutsiye Bozoklar’ın kaleminden: Edebiyatın tanıklığı ve Ermeni Sorunu-2

Suç ile sorumluluk farklı şeylerdir. Ve ben Margosyan’ın yazdıklarını her okuduğumda, Hrant Dink ya da Ermeni halkımızdan herhangi birinin yüzüne her baktığımda, bir okul kapandığında, Ermenilere her küfredildiğinde, hatta her ölüm orucu şehidini duyduğumda, kardeş Kürt halkının karşılaştığı baskılara her şahit olduğumda, işte bu kolektif sorumluluğu bir kez daha anımsıyorum. Ve bu kolektif sorumluluk kabul edilmeden, geçmişle hesaplaşmadan geleceğe sağlıklı bir şekilde yürünemeyeceğini düşünüyorum.

Fransız parlamentosu tarafından kabul edilen “1915 Ermeni Soykırımının Tanınmasına Dair Kanun”dan sonra “sözde” soykırım üzerine söylenenler çoğaldı. Gelişmeler diğer parlamentoların da sırada olduğunu gösteriyor. ABD Senatosu’ndan da benzer bir yasanın geçmek üzere olması, konuyu yeniden gündemleştirmiş gibi. Genelkurmay brifing veriyor, televizyonda açık oturumlar yapılıyor. Bu açık oturumlarda genel kural olarak Ermeni toplumunun önde gelenlerinden bir ya da iki kişi bulunuyor. Onlardan beklenen Türk Tezi’nin onaylanması oluyor. Bu oturumlardan birinde Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in gözlerini gördüm, sakince konuşmaya çalışırken. İçinde bir halkın acıları saklıydı. Aslında esas olarak konuşan gözleriydi. Margosyan’ın öyküleri geldi aklıma. Kuşkusuz onlardan istenen yaşananların soykırım olmadığını, şu an Türkiye’de yaşayan Ermeni toplumunun baskı görmediğini söylemeleridir. Onlar da tıpkı Margosyan gibi anlatıyorlar gerçeği, trajedileri gözlerinde. Oysa adını ne koyarsak koyalım, nasıl tanımlamak istersek isteyelim, söz konusu olan bir halkın yaşam koşullarını tümüyle ortadan kaldıran, onun imhasıyla sonuçlanan olaylar dizisidir. Ve Türkiye Ermenileri, bu trajediden her nasılsa sağ kurtulmuş, arta kalanlardır. Kırımdan önce Osmanlı kaynaklarına göre 1,3 milyon, Ermeni Patrikhanesi’nin rakamlarına göre 2,1 milyon insan yaşamaktadır. Katliamdan sonra yaklaşık 600 bin kişinin sağ kaldığı iddia edilmektedir ki, bunların 150- 200 bininin sürgünden dönebilenler olduğu söylenmektedir. Margosyan’ın sözünü ettiği Diyarbakır Ermenileri işte bu geri dönebilenler ya da her nasılsa yörede sağ kalabilenlerdir.

Kendisi de Ermeni tehcirini planlayan İttihat Terakki Partisi’nin bir mensubu olan, Suriye-Irak bölgesinde, göç ettirilen Ermenilerin yerleştirilmesiyle görevlendirilen, ama amacın şuadan bir göç ettirme değil, bir imha olduğunu anlayınca istifa eden Çerkeş Hasan’ın (Amcanın) sözleriyle ifade edecek olursak; “Taktil kelimesi ‘tehcir’in müradifi olsun olmasın... Nasıl istenirse öyle kullanılsın bu, fiili manada ifadesini değiştirmez... (ortada T.A) vaki olmuş ve cihanın malumu bulunmuş yegâne bir mefhum-u fecii vardır.” Adına katliam da dense, zorunlu göç de dense, soykırım değil de kırım da dense, ortada bir tek trajedi vardır. Türkiye’nin Ermeni sorunu konusundaki resmi ve milli dayanaklarından birisi olan, bu amaçla yabancı dillere de çevrilen Kamuran Gürün’ün Ermeni Dosyası adlı çalışmasında bile ölü sayısı 300 bin kişidir. Osmanlı Hükümeti’nin kurduğu araştırma komisyonu ise bu sayıyı 800 bin kişi olarak açıklamıştır 1919’da.

Tehcir, o dönemde Osmanlı Hükümeti’nin başında olan İttihat Terakki Partisi’nin Anadolu’nun Türkleştirilmesi planının zorunlu bir veçhesidir. Ve eldeki tüm kaynaklar Ermeni halkının imhasının merkezi bir plan çerçevesinde gerçekleştirildiğini göstermektedir. Bunun için, İstanbul Divan-ı Harp yargılamalarında elde edilen belgelere, katliamı geçekleştirmiş ya da karşı çıkmış olanların yayımladıkları anılara bakmak yeterlidir. İttihat Terakki Partisi’nin Anadolu’yu homojenleştirme planı çerçevesinde Teşkilat-ı Mahsusa yeniden örgütlenir. Partiye göre, devletin kurtulması için devletin devamından yana olmayan gayri¬Müslimlerin tasfiye edilmesi gerekmektedir. Bunların başında ise Batılı güçlerin bir reform dayattıkları, hatta ayrı bir devlet kurmaya özendirdikleri Ermeniler gelmektedir. Bu işte Teşkilat- ı Mahsusa’nın (Özel Örgüt) görevi, “hükümetin görünürdeki kuvvetlerinin ve asayiş teşkilatının katiyen başaramayacağı hizmetleri” yerine getirmektir. Kürt Savaşı’nda bu hizmetlerin neler olduğu herkes tarafından açıkça görülmüştür. Örgütün önde gelen liderlerinden Kuşçubaşı Eşref’in söylediğine göre parti tarafından, SADIK olanlarla HAİN olanları ayırmak için bir plan hazırlanmıştı. Plan, Türkleştirme pratiğinin nasıl yürütüleceğini ayrıntılandırıyor ve hatta savaşın kaybedilmesi halinde Anadolu’da bir direniş geliştirmeyi öngörüyordu. Anadolu’da kurulacak bir ulusal devlet açısından da Hıristiyan ahali bir handikap olarak görülmekteydi.

Hainlerin, aynı anlama gelmek üzere gayrimüslimlerin temizlenmesi işine önce Ege’den başlanır. İttihat Terakki Ege sorumlusu Celal Bayar’ın anılarında verdiği rakamla yaklaşık 1 milyon 500 bin kişi tasfiye edilir. Birçok kaynak yarısı Yunanistan’a göçmek zorunda bırakılan bu insanların diğer yarısının çeşitli biçimde yok edildiğini söyler. Sıra bir ulusal devletin ve Anadolu’nun Kafkas Ötesi ülkelerdeki Türk İslam nüfusa ulaşmasının önündeki bir engel olarak görülen, Ermenilere gelmiştir. Savaş bu planın yürürlüğe konması için uygun ortamı hazırlar. Nisan ayında Van’da başlayan Ermeni ayaklanması uygulama açısından yalnızca bir bahanedir. Ermeni halkının yok edilmesi İttihat Terakki önderlerince açık bir rahatlama olarak görülür. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle sonuçlanması olasılığı ise Anadolu’nun homojenleştirilmesini, bir var olma ve yok olma sorununa dönüştürür.

İttihat ve Terakki önderlerinin daha sonra yayımladıkları anılar, yapılanların tümüyle planlı ve bilinçli olduğunu gösterir. Teşkilat-ı Mahsusa lideri ve kırımın örgütleyicisi Bahaddin Şakir şöyle der: “Ermenilerin kesif bir halde Rus hududu civarında yaşamalarının memleketimin bekası bakımından büyük bir tehlike olduğu anlaşılmıştır. Tehlikeyi ortadan kaldırmak için ne mümkünse yapmak milli selametin icabıdır. Bu yolu tutmak, belki de milli ve insani kanunlara karşı gelmek demektir. Bunun vebalini canımla ödemeye hazırım. Hedefe varsam da, varmasam da beni ayıplayanlar çok olacaktır. Bunu biliyorum, fakat çok uzak bir istikbalde benim memleketime hizmet için kendimi feda ettiği¬mi anlayanlar da çıkacaktır.”

Şakir, partinin Adana delegesi Cemal Bey’e yazdığı bir mektupta ise yine büyük bir netlikle şöyle yazar: “Cemiyet vatanı bu mel’un kavmin (Ermenilerin) ihtidasından kurtarmaya dahi hazırdır. Osmanlı tarihine sürülecek lekenin mes’uliyetini duşuhamiyetine almaya karar vermiştir.”

Kasım 1915 tarihli bir başka mektupta ise: “Cemiyet bundan sonra rehgüzarı mesaisinde senelerden beri çarpıştığı kuvvei muhtelifeyi artık bugün esasından kat ve imhaya karar vermiş ve bu bapta maalesef pek kanlı tedabir ittihazına mecbur kalmıştır. Emin olunuz ki bu tedbirlerin dehşet-i hacmiyesinden biz de müteessiriz. Fakat Cemiyet temini mevcudiye tebdiresine bundan başka çare göremiyor.”

Görüldüğü gibi cemiyet katliamı bir zorunluluk olarak görmektedir. Taner Akçam’ın söylediği gibi, katliamı düzenleyenler aradıkları takdiri Anadolu Hükümeti’nde bulacaklardır. Ankara’daki Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin açılmasından birkaç ay sonra, Hasan Fehmi Bey Mecliste yaptığı bir konuşmada şöyle demiştir: “Tehcir meselesi, biliyorsunuz ki dünyayı velveleye veren ve hepimizi katil telâkki ettiren bir vaka idi. Bu yapılmazdan evvel âlem-i nasraniyetin bunu hazmetmeyeceği ve bunun için bütün gayz ve kinini bize tevcih edeceklerini biliyorduk. Neden katillik unvanını nefsimize izafe ettik? Neden o kadar azim, müşkül bir dava içine girdik, sırf canımızdan daha aziz ve daha mukaddes bildiğimiz vatanımızın istikbalini taht-ı emniyete almak için yapılmış şeyledir.”

Plan soğukkanlılıkla tasarlanmış ve öylece de uygulamıştır. Bu nedenle Talat Paşa, 31 Ağustos 1916’da Alman Büyükelçilik temsilcisi Fürst Hohenlohe Langenburg’a artık rahatlıkla; “Artık Ermeni problemi mevcut değildir” diyebilmiştir. Yeni kurulacak devletin temsilcileri bunun bir zorunluluk olduğu konusunda İttihat ve Terakki önderleriyle aynı kanıdadırlar. Ermeni tehciri sonunda, Anadolu’da bir Türk devleti kurulması yolunda gerekli koşulların yaratıldığı, Kurtuluş savaşı ileri gelenleri tarafından pek çok kez ifade edilmiştir.

Bilindiği gibi tehcire ilişkin Türk tezi, bugüne dek, ölüm olaylarını kabul etmekle birlikte bunların kasıt sonucu değil, dönemin koşulları nedeniyle istenmeyerek olduğu biçimindeydi. Ancak, şimdi bu tez değişmiş daha milliyetçi bir tutum alınmıştır. Bu kabule göre; 1915’te bir Soykırım olmuştur, ama Soykırıma uğrayan Türklerdir. Bu amaçla Iğdır’da bir “Ermeni Mezalimi Anıtı” açılmıştır. 25 Ocak Tarihli Radikal’de “Org. Özkök’ten soykırım gezisi” başlıklı bir haber yer almaktadır. Haberde Kara Kuvvetleri Komutanı Özkök’ün “Iğdır’da Ermeniler tarafından şehit edilen 80 bin Türk’ün anısına dikilen Soykırım Anıtı ile müzesini gezdiği” söylenmektedir. Görülüyor ki, bu, yaptıklarını büyük bir netlikle savunan İttihat ve Terakki önderlerininkinden bile daha geri ve elbette trajikomik bir tutumdur.

Genelkurmay resmi kayıtları bile 800 bin Ermeni ve 200 bin Rum’un çeşitli nedenlerle öldüklerini söylemektedir. Tam da bu durumda Diyarbakır Valisi Çerkez Reşit Bey’in söyledikleri bile bu yeni tezi yalanlamaktadır. İttihat Terakki’nin son Katib-i Umumisi Mithat Şükrü Bey, Dr Reşit’in Ermenileri kastederek kendisine; “ya onlar bizi, ya biz onlar” dediğini aktarır anılarında. Ermeni sorunuyla ilgili belgeler yayımlayan Bilal Şimşir, Dr. Reşit’in “Ya Ermeniler Türkü temizleyecekler ya da Türkler tarafından temizlenecekler” sözünü aktardıktan sonra “Tehcir Kanunu çıkarılıp Ermenileri Anadolu dışına sürme vakti gelince de, Vali Dr. Reşit Bey, Diyarbakır bölgesinde bu buyruğu şevkle uygular” diye yazar. Bu şevkle uygulamanın nasıl bir şey olduğu ise Talat Paşa tarafından Valiye yollanan bir telgraftan anlaşılmaktadır. Şevk yalnız Ermenileri değil, diğer Hıristiyan ahaliyi de öldürmektedir. Bunun için çok gizli de davranmamaktadır. Yabancı elçiliklerin uyarısı üzerine Talat’ın çektiği telgrafta “Ez cümle ahiren Diyarbekir’den sevk olunan eşhas vasıtasıyla Mardin’den murahhasa ile Ermenilerden ve diğer Hıristiyan ahaliden 700 kişinin geceleri şehirden harice çıkarılarak koyun gibi boğazlatıldığı, öldürülenlerin toplam sayısının 2 bin kişi civarında tahmin olunduğu” aktarılır. Ve “buna seri ve kati bir netice verilmezse... bilumum Hıristiyanların katledilmesinden korkulduğu” anlatılır. Telgraf şu cümleyle biter: “Ermeniler hakkında ittihaz edilen tedbir-i inzibatiye ve siyasiyenin diğer Hıristiyanlara teşmili kat’iyyen gayr-i caiz olduğundan efkâr-ı umumiye üzerinde fena te’sir bırakacak ve bi’lhasa ale’l-itlak Hıristiyanların hayatını tehdit edecek bu kabil vekayi’e derhal hitam verilmesi ve hakikat-i halin işarı.”

Belge açıkça ahalinin Valilik eliyle öldürüldüğünü ispatlamaktadır. Ama daha da önemlisi Ermeniler için kararlaştırılmış olan siyasetin diğer Hıristiyanları da kapsayacak şekilde yapılmasının sakıncalarına dikkat çekerek, katliamın planlı olduğu belgelemektedir. Ermenilerin Türkleri toptan yok etmeye teşebbüs ettiklerini iddia etmek pek kolay olmayacağına göre, inkâr politikalarının bu en uç noktaya kadar götürülmesi içeriye yönelik bir manipülasyondur. Kitlelerdeki şovenist duyguları kışkırtacak, onları apolitikleştirecek hiçbir fırsat kaçırılmamaktadır.

Tüm bu olup bitenlerin ışığında, Ermeni Mebusu Nalbatyan Efendi’nin Meclisi Mebusan’da söyledikleri unutulmamalıdır. “Gerçi Türkler tekrar tekrar yapılan zulümlerin, eylemlerin aleyhinde olabilirler, fakat yapılan mezalim Türkler namına yapılmıştır.” Gerçek budur.

Taner Akçam’ın dediği gibi: “Eylemler 1913 yılından itibaren izlenen sistemli politikaların sonucudur ve ‘Türk hakimiyetini sağlamak’ amacıyla yapılmıştır. Dolayısıyla Türklerin kolektif sorumluluğu söz konusudur.” Suç ile sorumluluk farklı şeylerdir. Ve ben Margosyan’ın yazdıklarını her okuduğumda, Hrant Dink ya da Ermeni halkımızdan herhangi birinin yüzüne her baktığımda, bir okul kapandığında, Ermenilere her küfredildiğinde, hatta her ölüm orucu şehidini duyduğumda, kardeş Kürt halkının karşılaştığı baskılara her şahit olduğumda, işte bu kolektif sorumluluğu bir kez daha anımsıyorum. Ve bu kolektif sorumluluk kabul edilmeden, geçmişle hesaplaşmadan geleceğe sağlıklı bir şekilde yürünemeyeceğini düşünüyorum. Edebiyatın tanıklığını ifade ettiği de budur aslında. Margosyan’ın büyük bir toprak ve insan sevgiyle anlattıkları her şeye rağmen halkların aynı kaynaktan beslendiğini, ayrılıkları körükleyenlerin ise egemenler olduğunu anlatıyor bize. İlerleme ise toplumsal hafızanın temizlenilmesinden, bölgede yaşayan tüm halkların, en başta Türklerin, geçmişleriyle açık biçimde yüzleşebilmesinden geçiyor yalnızca.

Hangi Kültür, Ceylan Yayınları, 2006