29 Eylül 2024 Pazar

Hüseyin Yeter yazdı | Devrimci irade, mücadelede kararlılık, ısrar

2015 yılından bu yana, en çıplak haliyle devrimci irade ile karşıdevrimci irade savaşı bütün biçimleri ve boyutları ile sürüyor. Zap'ta eşitsiz, dengesiz koşullarda gerilla ırkçı faşist orduya kök söktürüyor. Rojava, silahlı ordusu ve halkıyla direniyor. Hapishanelerde devrimci tutsaklar tarihsel geleneğin takipçileri olarak karşıdevrimci iradeye karşı devrimci irade ve eylemle direniyor, bedel ödüyor. Suruç aileleri ve Cumartesi Anneleri bir irade savaşı yürütüyor. Büyük kentlerde sınırlı güçleriyle komünistler, devrimciler, ilericiler ve Kürt yurtseverleri polis ablukası, gözaltıları ve işkenceleri altında tarihi birikim ve değerlere dayanarak devrimci siyaset ve iradeyle direniyor, savaşımı sürdürüyor.

Yakın zamanda Mersin'de polisevine yönelik gerçekleşen fedai eylem sonrasında, "sol"daki bazı politik özne ve yazarların "kınama" açıklamaları, devrimci ve antifaşist, antisömürgeci irade ve duruşta bir geriye düşüşe işaret ediyor; siyasi bir kırılma anlamına geliyor. Çünkü, tarihe baktığımızda, sömürgeci-ırkçı ve inkarcı faşist rejimin TBMM'de, birçok platformda, toplantılarda, TV programlarında antifaşist ve devrimci güçlere, bireylere dayattıkları "terörist örgüt", "bebek katili" vb. dayatmalarına karşı esasen kararlı ve devrimci bir duruş sergilendiğini, saldırıların boşa çıkarıldığını biliyoruz. Hatta, Tahir Elçi'nin katledilmesi, bu anlamda bir bedel ödemeydi. Ama gelinen yerde, belki de son yedi yılda, dün ideolojik, siyasi ve moral bakımlardan direniş gösterilen bu alan ve mevziler terk edilmiş, fiili meşru direniş ve duruş ıskalanmıştır. Bu, sürekli "geri çekilme" ve "savunma durumunda" kalma halinin vardığı yerdir! Umarım ki, kirli savaşın bütün boyutları, biçimleri, politikaları ve görüngüleriyle yaşandığı coğrafyamızda, bu hatalı ve sinik yaklaşım hızla terk edilir.

Zira tekrarlamak bile gerekmiyor: Eğer devrimci ve antifaşist politik mücadeleden kastedilen militan fiili meşru mücadele çizgisi ise, verili düzenin kurum ve yasalarının sınırlarını zorlama, onun dışına çıkmak ise, ezilenlerin özsavunması, ezilenlerin şiddeti meşru, haklı ve gereklidir. Bu bir yerde, karşıdevrimci zorun soykırım, katliam ve saldırı politikalarına karşı işçi sınıfı, emekçiler, kadınlar, Kürt halkı, Aleviler ve bütün ezilenlerin devrimci zorunu hazırlama, örgütleme ve açığa çıkarma görevini zorunlu kılar. Sözü edilen "demokratik siyaset" alanındaki politik pratiklerin de buna hizmet etmesi gerekir. Faşizme ve savaşa karşı tutarlı mücadele budur.

Şüphesiz ki, Emek ve Özgürlük İttifakı'nın ilanı (keşke seçim sathından önce ilan edilseydi!) anlamlıydı. TİP ve EMEP gibi partilerin HDP ile birlikte görünmesi, bir mücadele ve seçim programı ilan etmeleri önemliydi. Bu ırkçı, dinci ve faşist yasaklara ve kuşatmaya karşı bayrak açmaydı. Ve haklı olarak, bu "açıklama ve ilan etme"nin pratikte karşılığını bulması, ırkçı abluka ve saldırı koşullarında kararlı ve özgüvenli bir siyasal duruş sergilemesi beklenen bir şeydi. Ne var ki, daha ilk adımda, alelacele, şaşırtıcı "kınama" açıklamaları yapıldı. Bu başka şeyler bir yana, tarihin ve siyasetin bize çağrısını, karşıdevrimci zorun her geçen gün nasıl hazırlandığı, örgütlendiği ve uygulandığı gerçeğini görememektir.

Oysa, coğrafyamızda, Kürdistan'ın dört parçasında devrimci hareket, Kürt halkı ve Kürt özgürlük hareketine karşı topyekun bir kirli savaş yürütülüyor. Savaşın tarafları var. "Devletin bekası" sömürgeci faşist siyasetin temel ekseni olmuş durumdadır. Dolayısıyla faşist diktatörlüğün karşıdevrimci zor aygıtı ve güçleri, devrimcilerin ve Kürt özgürlük hareketinin hedefindedir. Aynı günlerde, sömürgeci güçler Zap'ta kimyasal silahlarla gerillaları katlediyor, SİHA suikastlarıyla PKK'nin siyasi ve askeri yöneticilerini, Rojava'da eşbaşkanları, siyasetçileri, akademisyenleri katlediyor. Sürdürülen bir "barış" yok, ve kimsenin de bu barışı provoke etmediği çok açıktır. Bu "varlık yokluk" savaşında, Kürt özgürlük hareketinin devrimci zoru haklı ve meşrudur. Bu her şeyden önce bir özsavunmadır.

Mersin ve Bursa eylemleri, coğrafyamızda iki önemli sonuç doğurdu: İlki, faşist rejimin "bitirdik" dediği şehir gerillasının PKK ve HBDH ile var olduğunu göstermesi mesajıydı. Diğeri ise, konuşulmayan, tartışılmayan kirli savaşın kimyasalları, suikastları, işkenceleri, torbadan cenazeleri vb. hatırlatılması, gündeme taşınmasıdır.

Sınıflar mücadelesi diyalektiğinde devrimci zor, sadece işçi sınıfı ve ezilenlerin egemen bir sınıf olarak örgütlenmesinin değil, aynı zamanda devrimci öznenin kendi varoluş koşuludur. Kendi özsavunmasının aracıdır. Bundan mahrum kalmak, daha başından karşıdevrimci irade ve zora karşı "silahsızlanmak"tır. Faşist 12 Eylül öncesinde, bazı "sol gruplar"ın silahlı mücadeleyi "bireysel terör" yada "sol maceracılık" olarak niteledirmeleri; Aydınlık ve TKP'nin silahlı mücadeleyi "terörizm" olarak yaftalamaları, goşizmle suçlamaları, devrimci yükseliş döneminde antiemperyalist demokratik bir devrimin gerçekleşmesini önleyen faktörlerden biri oldu, yada en azından devrimci hareketin faşist rejimi yıkma mücadelesini zayıf düşürdü.

Ama bugün görüyoruz ki, Kürdistan'ın dört parçasında Kürt halkının siyasal ordulaşmasını, Kürt kadınlarının "Jin jîyan azadî" sloganı ile uluslararasılaşmasını, insanlığın DAİŞ belasından kurtulmasını, Rojava Devrimini gerçekleştiren Kürt gerilla mücadelesidir. Kürt sorununu bugün dünyanın gündemine taşıyan bu silahlı halk direnişidir. Kürdistan'da ve coğrafyamızda demokratik cephedeki gelişmeyi sağlayan, güç veren bu silahlı mücadeledir. Birleşik devrim için tarihsel ve siyasal fırsatları değerlendiremediğimiz eksiklerimize, yetersizliklerimize yönelmemiz yerine, bunca başarı sağlamış mücadeleyi güçten düşürecek açıklamalar kabul edilemez.

Evet, 2015 yılından bu yana, en çıplak haliyle devrimci irade ile karşıdevrimci irade savaşı bütün biçimleri ve boyutları ile sürüyor. Zap'ta eşitsiz, dengesiz koşullarda gerilla ırkçı faşist orduya kök söktürüyor. Rojava, silahlı ordusu ve halkıyla direniyor. Hapishanelerde devrimci tutsaklar tarihsel geleneğin takipçileri olarak karşıdevrimci iradeye karşı devrimci irade ve eylemle direniyor, bedel ödüyor. Suruç aileleri ve Cumartesi Anneleri bir irade savaşı yürütüyor. Büyük kentlerde sınırlı güçleriyle komünistler, devrimciler, ilericiler ve Kürt yurtseverleri polis ablukası, gözaltıları ve işkenceleri altında tarihi birikim ve değerlere dayanarak devrimci siyaset ve iradeyle direniyor, savaşımı sürdürüyor.

Bu irade savaşının yakın zamandaki iki çarpıcı örneği ise, Mersin'de polise yönelik eylem ve Bursa'da işkenceci gardiyanlara yönelik eyleme karşı faşist rejimin göstermiş olduğu refleks, özel politika ve baskılardır. Orada tam bir irade savaşı var. Faşist Süleyman Soylu eylemlerden sonra her iki kenti ziyaret ederek, ve talimatlarıyla eylemi gerçekleştirenlerin yakalanmasını istedi. Ve MLKP'nin ne kadar "zor örgüt" olduğunu itiraf etti. Bütün bunlar, devrim korkusu yaşayan sömürgeci faşist rejimin politik ve yönetsel refleksleridir. Bunu faşist Kenan Evren de itiraf etmişti.

Sömürgeci faşist devlet bir karşıdevrimci zor aygıtıdır. Faşist kurum ve yasalarıyla, birden çok istihbarat örgütüyle, ordu ve polisiyle, mafya ve uyuşturucu çeteleriyle, paramiliter güçleriyle, mahkemeleri ve medyasıyla, üniversite ve diyanet başkanlığıyla, yeni sansür yasasıyla "devletin bekası" için tepeden tırnağa karşıdevrimci zoru örgütlüyor, faşizmi tahkim etmeye devam ediyor. AB beklentisi, Millet İttifakının faşist şeflik yerine geçmesi, halklarımıza özgürlük, adalet ve demokrasi getiremez. Öncesi bir yana, son 50 yılda bunu yaşadık. Artık yeter! Bunun tek yolu, devrim ve sosyalizm mücadelesini büyütmektir.

Bu da, antifaşist, antisömürgeci ve cins özgürlükçü mücadele yürüten parti ve güçlerin her türlü mücadele araç ve biçimleriyle faşizme ve savaşa karşı savaşımı ile mümkündür.