29 Eylül 2024 Pazar

Elif Bayburt yazdı | Her daim yapım aşamasında bir hayat: Jean Luc Godard

Godard'ı bu kadar büyük yapanın ne olduğunu tariflemek, inanın zor. Gerçekti. Kendisiyle, sinemayla ve hayata dair her şeyle dalga geçebilen, o döneme kadar özellikle Fransız sinemasında kendini dayatan ağırbaşlılığı kırıp geçebilen ve bunu yaparken hedefinden ödün vermeyen biriydi.

Aslında Godard'ı anlamanın en iyi yolu, onun hakkında yazılanları okumak değildir. Onu izlemektir. O yüzden bu yazının da Godard'ın kerametine ermek yahut klişe metotla, onun filmlerini kronolojik bir tasnif ve değerlendirmeden geçirmek gibi bir amacı olmayacak. Eminim ki Godard da bunu istemezdi.

La Chinoise'dan bir duvar yazısıyla başlamalı belki sözlerimize: "Bulanık fikirlere karşı açık ve net görüntüler sunmalıyız." Godard, tereddütsüzdü. Sinemaya aşıktı ve sinemadan başka bir şeyle uğraşmak istemiyordu. Sinemanın politik olmak zorunda olduğundan emindi. Sinemanın alışılageleni aşmak zorunda olduğundan emindi. Eskiye savaş açmak gerektiğinden emindi. Ömrü boyunca bunun yollarını aramaktan kendini sakınmadı. Halihazırda kendine isim yapmış bir yönetmenken, marksizm leninizmi kitlelere mal etmenin bir aracı olarak sinemayı kullanmaktan ve her filminde filmin farklı sınırlarını zorlamaktan korkmadı. Ses, görüntü ve kurgu bakımından giderek deneyselleşen ve La Chinoise'la farklı bir evreye geçen filmografisi, başından itibaren beni de içinde bulunduran pek çok neslin politikleşmesinin ve sınıf kinini hayatla, somutla buluşturabilmesinin sebeplerinden biri haline geldi. Godard, devrimciliği, antikapitalizm ve antiemperyalizmi, kitleler nezdinde ulaşılabilir kıldı ve ulaşılabilir kılmakla da kalmadı, estetik boyutuyla arzulanır hale getirdi.

Ancak Godard'ın marksizm leninizmi "popüler" kılması, onun popülizme hizmet ettiğini söyleme hakkı vermiyor bize. 1960'larda gelişen devrimci kitle hareketlerinde kendine büyük bir ilham bulan ve aynı zamanda aktif bir parçası olan Godard, solun entellektüelizme saplandığı eleştirisiyle hareket etti, ki pek çok filminde bu eleştiriyi rahatlıkla gözlemlemek mümkündür. Bugün "Büyük Fransız yönetmen" denilince dünyanın dört bir yanında ilk akla gelen ismin aynı zamanda döneminin en önemli eylem adamlarından birisi olması, kuşkusuz kolay sağlanabilir bir başarı değil.

Kafasına eseni yaptı. Son filmi Le Livre d'image, "fazla deneysel" olduğu yönünde büyük eleştiriler alsa da, pek çok röportajından biliyoruz ki, uzun zamandır gerçekleştirmek istediği bir çalışma, sinemasının vardığı son noktalardan biriydi. Godard'ı bu kadar büyük yapanın ne olduğunu tariflemek, inanın zor. Gerçekti. Kendisiyle, sinemayla ve hayata dair her şeyle dalga geçebilen, o döneme kadar özellikle Fransız sinemasında kendini dayatan ağırbaşlılığı kırıp geçebilen ve bunu yaparken hedefinden ödün vermeyen biriydi.

Pierrot le Fou ve Vivre Sa Vie'yle daha çok anılsa da, bana göre Godard'ın imza filmi 1967 yapımı (Godard'ın politik öngörüsünü de yabana atmamak gerek, 1968'e hala bir yıl var) La Chinoise'dır. Hepsi de farklı arka planlardan gelen bir grup Fransız gencinin kurduğu maocu hücre evinde yaşananları anlatan filmi, Godard sinemasının bütün karakteristiklerini eşsiz bir kurgu ve montajla birbirine bağlar. Farklı bölümlerden oluşan film, film içinde bir filmdir aslında, başkahramanlarımız filme alındıklarının farkındadır ve sık sık kameramanla ve izleyiciyle diyalog içerisindedir. Lineer akışı tamamıyla derdest eden film, evin içinde yaşananlara ait kesitleri yazı geçişleriyle birbirine diker. Mao'nun "Küçük kırmızı kitabı"na pek çok atıf bulunan filmde, Maocu düşünceyle yeni tanışmış bir grup genç, Fransız Komünist Partisi'nin revizyonistliğinden bunalır ve direkt eyleme geçmeye karar verir. Godard bu filmle özgürlüğüne kavuşmuş, sinemacılığın kurallarını geri dönülemez bir şekilde çöpe atmıştır.

Satirik yanı ağır basan filmde, marksist leninist maoist ideolojiyi yaz boyu kapsamlı bir şekilde okuyan ancak ne yazık ki okuduklarını içselleştiremeyen kahramanlarımız, politik fanatizme kendini teslim eder. Film bu sebeple devrimciliği eleştirir gibi dursa da, sorun kahramanlarımızın okuduklarında değildir, sorun biri hariç hepsi zengin burjuva ailelerden gelen ve sınıf intiharını gerçekleştirememiş gençlerin, marksist leninist düşünceyi oyun sanmasıdır. Nitekim diyaloglarda açıkça itiraf ederler, canları sıkılmıştır, 4 ay önce marksizmle tanışmış ve okudukları tek bir kitapla dünyanın bütün problemlerinin çözülebileceğine inanmışlardır... içlerinde burjuvaziden gelmeyen tek karakter, köyden gelen ve zaman zaman temizlikçilik, zaman zaman seks işçiliği yaparak geçimini sağlamaya çalışan Yvonne ise, "cahilliği" sebebiyle sık sık alay konusu olmaktadır. Godard böylece, dönemin entelektüel solunu kendisiyle hesaplaşmaya çağırır. Dönemin aydın çevrelerinden pek çok isim adlarıyla hedef alınırken, gençlere ve bize kalan, dokunulmayan tek isim Bertolt Brecht'tir.

La Chinoise'la da sınırlı kalmıyor Godard. 1966 yapımı Masculin Feminin'de "Marx'ın ve Coca Cola'nın çocukları" diyor Fransız gençliği için. Dönemin yoğun pop kültür bombardımanı altında "Yankee Go Home" yazılamalarıyla sokakları donatıp sonrasında bir Hollywood filmi görmeye giden gençliğin, içerisine düştüğü derin çelişki ve çatışmayı nasıl da incelikle teşhir ediyor, anlamak isteyenler için.

Godard'ın perspektifi, bugün de bize musallat olmaya devam ediyor. Lenin'in Devlet ve Devrim'inden alıntılamak gerekirse: "Büyük devrimciler hayattayken, öğretilerini yabani bir kin ve gözü dönmüş bir nefretle karşılayan ezen sınıflar tarafından aralıksız olarak takibata uğramış, fütursuz yalanlara ve kara çalmalara hedef edilmişlerdir. Ölümlerinden sonra ise bu büyük devrimciler zararsız ikonlara dönüştürülmeye, deyim yerindeyse azizleştirilmeye, ezilen sınıflara ‘teselli' olsun diye isimlerinin etrafı kutsal bir haleyle çevrelenmeye çalışılmaktadır. Ama aynı zamanda ezilen sınıfları aldatmak için, onların devrimci öğretilerinin içeriği boşaltılır, keskin devrimci uçları törpülenir ve bayağılaştırılır."

Devrimciliğin törpülenip popülizme kurban edilmeden kitlelere mal edilmesinin en başarılı örneklerinden birkaç tanesini bizlere hediye eden, sinemanın normlarını alt üst eden büyük usta Jean Luc Godard, artık aramızda değil. Ölüm haberini aldıktan saatler sonra, kendi kararı olduğunu ve İsviçre'deki evinde intihar ettiğini öğrendik. Vasiyeti, bilinçli bir şekilde intihar etmeye karar verdiğinin bilinmesi oldu. Dediğimiz gibi, tereddütsüzdü. Hoşça kal Godard.