7 Kasım 2024 Perşembe

Akdeniz: Şovenizme, ırkçılığa ve neofaşizme karşı yerli ve göçmen işçiler ortak mücadelede buluşmalı

Türkiye'de iktidarın göçmen ve mülteci politikalarına ilişkin değerlendirmelerde bulunan gazeteci Ercüment Akdeniz, göçmen ve mültecilere yönelik saldırılar, ırkçılık, şovenizm ve faşist politikaların işçi ve emekçiler üzerindeki etkilerine ilişkin ETHA'nın sorularını yanıtladı. Göçmen ve mültecilerin daha ucuza çalıştırılıp, yoğun bir emek sömürüsü ve yoksulluk içinde yaşamlarını sürdürdüğünü hatırlatan Akdeniz, Türkiye'de tarihsel olarak faşizmin güçlü bir temeli olduğunu kaydetti, işçi sınıfının faşizm tehlikesine karşı ve şovenizme, ırkçılığa, neofaşizme karşı mücadeleyi önüne çekmesi gerektiğini vurguladı.

Göçmen ve mültecilere yönelik saldırılar günden güne artarak sürüyor. AKP-MHP iktidarının işgal saldırıları ve süren savaşlar nedeniyle Türkiye'ye gelmek zorunda kalan başta Suriyeli ve Afganların da aralarında bulunduğu çok sayıda mülteci ve göçmen nefret söylemleri ve saldırılarına maruz kalıyor, linç ediliyor, katlediliyor, işkenceye uğruyor. Göçmen ve mültecilere dönük suç işleyenler sarayın yargısı tarafından cezasızlık politikalarıyla ödüllendiriliyor. Artan yoksulluk krizinin sorumlusu ilan edilen göçmen ve mülteciler, işçilerle karşı karşıya getiriliyor. Böylece hem ucuz iş gücü olarak daha fazla sömürülüyor hem de Türkiyeli işçi ve emekçilerle birlikte patronlara karşı mücadele yürütmelerinin önüne geçiliyor.

Göçmen ve mültecilere dönük artan nefret söylemleri ve saldırıları, göçmen işçilerin yaşadıkları sorunları, Geri Gönderme Merkezleri'nde maruz kaldığı işkenceyi ve nasıl mücadele yürütmek gerektiğini yıllardır bu alanda çalışma yürüten gazeteci Ercüment Akdeniz ile konuştuk.

Akdeniz'in ETHA'nın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Türkiye'de günden güne artan mülteci ve göçmen düşmanlığının, nefret söylemlerinin, saldırılarının nedeni nedir?
Türkiye geçmişten bu yana, göçler hareketi bakımından transit bir ülke. Çeşitli toplulukların Ortadoğu'dan Afrika'dan Asya'dan gelip Türkiye üzerinden Avrupa'ya ve Batı'ya geçtikleri bir ülke durumunda. Ama özellikle Avrupa Birliği ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması'ndan sonra Türkiye transit ülke olma özelliğini kaybetmeye başladı. Bir hedef ülke, aynı zamanda da bir baraj ülke haline geldi. Yani Avrupa Birliği, "göçmen deposu" haline getirmeye başladı bu anlaşmalarla.

TÜRKİYE'DE ÇARPIK BİR KAPİTALİST GÖÇ PROGRAMI VAR
Suriye savaşı ve Suriye göçünü de düşündüğümüz zaman, 13 yıl geride kaldı. Son yedi yıldır dünyanın en yüksek oranda mülteci, sığınmacı nüfusunu barındıran ülke olmaya devam ediyor Türkiye. Burada tabii AKP'nin pragmatist siyasi hedeflerine bağlı olarak aynı zamanda Türkiye burjuvazisinin göçmen emeğini ucuz iş gücü olarak görmesinden kaynaklanan çarpık ama kapitalist bir göç programı var. Bu göç programı, mültecileri sürekli olarak geçici gördü, statü sorununa kalıcı bir çözüm yaratmadı. Ve sorun giderek kangrenleşti.

13 yıl daha ne yerli toplumun ne de göçmen toplulukların bu süreci kaldırmaya tahammülü yok. Sorun derinleştikçe ve geçicilik odasına kapatıldıkça karşılıklı ön yargılar, toplumda nefret büyüyor. Dolayısıyla öncelikle göç politikasının değişmesi gerekiyor. Göç politikasının hem göçmenlerden yana hem de yoksul yerli yurttaşlardan yana insani bir çözüme kavuşması gerekiyor. Bu çözüm olmadığı, tartışılmadığı gibi bunun yerine çok daha kolay olan bir yolu seçiyorlar. Popülist politikaların önde olduğu bir yol. Yani göçmenleri, sığınmacıları düşmanlaştıran, öteki gören, onlara karşı adeta muharebe başlatan bir siyasal anlayış geliyor.

Burjuva partiler ve burjuva ittifak blokları da bunu en iyi şekilde kullanmaya çalıştı. Hem siyasi egemen erk bunu yaptığı için toplum çok daha çabuk ırkçılık zehriyle hastalanıyor. Hem de onlara bağlı medya kuruluşları bilinçli olarak dezenformatif propagandayla bu işi maniple ediyor. Sorunun asıl sahibi AKP, siyasi iktidar; sorunun asıl sahibi ve kazanını uluslararası sermaye ve Türkiye burjuvazisi. Ama kitlelerde, yoksulluğunun ve göç politikalarından doğan bu çarpıklığın sorumlusu olarak siyasi iktidar ve egemen kapitalist sistemi görmek yerine çok kolay olan göçmenlere yönelik nefret kışkırtılıyor. Dolayısıyla dünyada yükselen aşırı sağ dediğimiz neofaşist dalga Türkiye'de de önemli oranda bir etki gücü kazanmaya başladı.

KAPİTALİSTLER İHTİYAÇ DUYDUKLARI ORANDA GÖÇMENLERİN GEÇİŞİNE İZİN VERİYOR

Türkiye'de giderek derinleşen bir yoksulluk krizi söz konusu. Türkiyeli işçilerle göçmen işçiler karşı karşıya getiriliyor. Bunun nedeni nedir? Neden patronlar göçmen işçileri tercih ediyor?
Aslında, "sınır namustur" diye bir propaganda ortaya attılar. Şunun bilinmesi gerek, ünlü siyaset bilimci ve profesör Adam Hanieh'ın dediği gibi, aslında bütün sınırlar göçmenlerin geçişini sıfırlamak üzere değil filtrelemek üzere kurulur. Sermaye güçleri ve kapitalistler istedikleri, ihtiyaç duydukları kadar yedek işçi ordusu olan göçmenlerin sınırdan geçmesine izin verir.

Türkiye emek göçünde özellikle şuna dikkat çekmek istiyorum. Uluslararası insan şebekeleri, göçmen kaçakçılığı şebekeleri ile Türkiye burjuvazisinin bir bölümünün suç ortaklığı yaptığını düşünüyorum. Çünkü talep olmadan arz olmaz. Talep ediliyor ki kaçak, ucuz ve güvencesiz çalışan göçmenler bu sınırlardan geçiriliyor. Dolayısıyla karşımızda bir sahtekarlık var.

TÜRKİYE AB'NE GÖÇMEN İŞÇİ TRANSFERİ YAPAN TAŞERON ÜLKE HALİNE GETİRİLECEK
Göçmenleri iki kategoride düşünmek lazım. Bir tanesi şu; Türkiye'ye gelen, Türkiye'de çalışan Türkiye'de sıkışıp kalan göçmen işçiler. İkinci kategoride de bir süre Türkiye'de kalıp çalışıp sonra Avrupa'ya geçmeye çalışan göçmen işçiler. AB yeni göç ve iltica paktının çok önemli maddelerinden bir tanesi şudur, Türkiye'yi sadece bir göçmen deposu olarak görmüyorlar, bununla beraber Türkiye'yi nitelikli ve kalifiye ve aynı zamanda kısmen dil bilen göçmen işçilerin yetiştiği, meslek eğitiminin verildiği göçmen işçileri kiralayan, satan mobilize bir güç olarak Avrupa piyasasına süren bir istasyon ülke haline getiriyorlar. Dolayısıyla Türkiye yakın zamanda sadece kendi içinde ucuz ve güvencesiz işçi çalıştıran bir ülke olmayacak, aynı zamanda AB'ne göçmen işçi transferi yapan taşeron bir ülke haline getirilecek. Bu çok büyük bir proje. Bunu önümüzdeki yıllarda göreceğiz.

Türkiye sahasına baktığımızda da adeta bir endüstri oluştu. Hangi göçmen toplulukların, hangi ülkeden, hangi şehirden çıkacakları ve Türkiye'nin hangi şehrinde, sanayi bölgesinde ya da merdiven altı atölyesinde çalışacağı belli. Taşımacılık sektörüne, ağır iş kollarında Afrika ülkelerinden gelen siyahileri, Karadeniz'de fındık toplamaya, çay toplamaya gelen Gürcü işçileri, özellikle tekstil, ayakkabıcılık, tarım iş kolunda yoğun olarak Suriyelileri, çobanlıkta ve hayvan yetiştiriciliğinde Afganları, çanta gibi iş kollarında Ermeni işçileri görürsünüz. Bunları dallandırmak mümkün. Bir endüstriye, iş kolları düzeyinde de ülkelere inmiş bir göçmen emeği transferi var Türkiye'de.

GÖÇMEN İŞÇİLERİ SÖMÜRDÜKLERİ İÇİN TERCİH EDİLİYORLAR
Burada dikkat çekilmesi gereken esas nokta şu; göçmen işçileri ücretleri daha düşük olduğu, sömürdükleri için tercih ediyorlar. İkinci olarak sosyal güvenceleri, sigorta primi, emeklilik gibi dertleri olmadığı için tercih ediyorlar. Çünkü çoğu kaçak. Üçüncü olarak özellikle Kafkas ve dağılan Sovyet ülkelerinden gelen Türkmen, Özbek, Tacik, Filipinli; yaşlı bakımı, çocuk bakımı, ev bakımı gibi işlerde çalışan yüz binlerce kadın göçmen işçi var. Bu da bir endüstriye dönüştü. Ve maalesef özel istihdam büroları, insan taciri şebekeler gibi çalışıyor. Instagram, Facebook gibi sosyal medya ortamından işçilerin videolarını paylaşarak iş gücü piyasasına sürüyorlar. Ama bu işçilerin çoğu kaçak, göz göre göre yapılıyor. Özellikle kadın işçiler turistik vizeyle geliyor, vize bittikten sonra kaçak yaşıyorlar. 24 saat bir evde kalmak, tüm işlerini yapmak zorundalar. Acımasız bir sömürü var asgari ücret bile almıyorlar.

Türkiye sahasına baktığımızda 120 bin civarında çalışma izni olan yabancı işçi görünüyor. Ama biliyoruz ki sahada çoğu çocuk 2 milyon civarında göçmen ve mülteci işçi var. Bu da nasıl bir sömürü mekanizmasının kurulduğunu gösteriyor.

GÖÇMEN İŞÇİLERİN GREV KIRICI OLARAK KULLANILDIKLARINDAN HABERİ YOK
Bu aynı zamanda Türkiye işçi sınıfına da bir baskı yaratmak üzere kullanılan bir yedek işçi ordusu. Göçmenlerin hiçbir günahı yok, patronlar kurguluyor. Son olarak Lezita grevine ve Gedik Piliç örneklerine baktığımızda patronların Hindistan'dan Avrupa'dan sosyal medya ilanlarıyla mobilize iş gücü olarak işçi transfer ettiğini, gerektiğinde bu işçileri grev kırmak üzere kullanmaya gayret ettiklerini görüyoruz. Çoğu zaman göçmen işçilerin haberi olmuyor. Acımasız bir rekabet ortamına sokuluyor yerli ve göçmen işçiler.

GÖÇMEN İŞÇİLERİN ÖLÜSÜ DİRİSİ KADAR META HALİNE GELDİ
Özellikle Zonguldak'taki maden işçisi Nourtani cinayetinde bunu gördük; hayatını kaybettikten sonra madenden çıkarılarak yakılması hadisesi. Bu da bize şunu gösteriyor, göçmen işçilerin ölüsü, dirisi kadar bir meta haline geldi kapitalistler için. Çünkü onlar iş kazalarında, iş cinayetlerinde can verdikleri zaman bedenleri yok ediliyor. Ya kimsesizler mezarlığına gömülüyor ya bir portakal bahçesine atılıyor ya da bir yerde yakılıyor. Ailelerin ya haberi olmuyor ya da sınır dışı edilecekleri için korkuyorlar, davalara müdahil olamıyorlar. Burada sadece yaşayan emek döken, alın teri döken işçiler değil iş cinayetlerinde ölen işçiler de tıpkı Gogol'un Ölü Canlar'ı gibi, büyük bir sermaye birikimi yaratmış durumda. Hepsi aslında sömürünün yanında insanlık suçları.

Esas sorun da yerli ve göçmen işçiler içerisinde -özellikle yerli işçiler içerisinde- Türk milliyetçiliğinin, şovenizminin yoğun bir biçimde örgütlendiğini ve göçmen işçilerin düşmanlaştırıldığını görüyoruz. Ama bunda ne yerli işçilerin ne de göçmen işçilerin bir çıkarı yok. Çünkü bölündükçe, parçalandıkça, birbirlerine karşı oldukça sermayenin böl, yönet, parçala taktiği daha mümkün hale geliyor. Tek yol ortak hak mücadelesinde buluşmak, ortak sendikalarda örgütlenmek. Bu zinciri kırmanın başkaca yolu yok. Ama maalesef Türkiye'de sendikaların bu konuda elle tutulur somut bir stratejileri yok. Büyük konfederasyonlar özellikle Türk-İş ve Hak-İş, hükümetin, sermayenin arka bahçesi gibi davranıyor, "Türk işçi dururken göçmen işçilerle uğraşamayız" çizgisinde hareket ediyorlar.

Göçmen ve mültecilere yönelik saldırıların arttığını siz de örneklerle aktardınız. Geri Gönderme Merkezleri'nde işkence yapılıyor, katledilen ya da işkence gören göçmenlerin davalarında cezasızlık politikaları ön plana çıkıyor. Peki nasıl bir mücadele yürütmek gerekiyor?
Bir kere şunu görmek gerek, Türkiye'de 14 Mayıs-28 Mayıs seçimleri arasında özellikle 28 Mayıs seçimlerine giderken Ata İttifakı'nın adayı Sinan Oğan 5,2 oy aldı. Çok ciddiye alınması gereken bir oy oranı, çünkü göçmen düşmanlığını temel argüman haline getirdile. Dünyada yükselen neofaşist dalganın Türkiye'de bir izdüşümünü gördük. Yer yer işçiler üzerinde ve beyaz yakalı gençler üzerinde de önemli bir etkisi olduğunu görmek gerek. Toplumsal gidişat bakımından büyük bir tehlike.

ŞOVENİZME, IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELE EMEKÇİLER İÇİN BİR TURNUSOL KAĞIDI OLMAK ZORUNDA
İkinci olarak Sinan Oğan'ı Cumhur İttifakı'nın, Ümit Özdağ'ı Millet İttifakı'nın transfer etmesiyle birlikte şöyle bir soru sorulmalı; aşırı sağ nerede? Çünkü aşırı sağ sadece Ata İttifakı'nda ya da Zafer Partisi'nde değil artık. Bu transferlerle beraber göçmen düşmanlığını kendi arkasına siyasi bir güç olarak almaya çalışan her iki burjuva ittifak blokuna da sirayet etti bu aşamadan sonra. Dolayısıyla çok geniş bir toplumsal siyasal kesim içerisinde bu işleniyor. Bunun sonuçlarını görüyoruz. İşçi sınıfının bağımsız bir politik hat izlemesi gerekiyor. O açıdan da bu şovenizme, ırkçılığa, göçmen düşmanlığına karşı mücadele tüm emekçiler için turnusol kağıdı olmak zorunda.

Göçmen ve yerli işçilerin mücadele birliği bakımından sendikalar maalesef örnek dayanışma biçimleri çok ortaya koyamadılar, yapamadılar. Ama kendiliğinden işçi hareketinin bir yansıması olarak ve biraz da manifaktür üretime benzeyen, daha ilkel üretim biçimlerinin olduğu saya ayakkabıcılık sektöründe bir de tarım işçileri içerisinde gördük. Her ikisinde de 2017 ve 2019'da yapılan büyük grevlerle -sayada sanıyorum 50 bin üzerinde işçi katılmıştı- parça başı ücretlerini yükseltmeyi başardılar. Önceleri Suriyeli işçi istemiyoruz diye yürüyen yerli işçiler, bu işin böyle olmayacağını anlatılar, sonra Suriyeli işçileri yanlarına alarak ortak komite kurdular, ortak basın açıklamaları yaptılar, Türkçe ve Arapça bildiriler yayınladılar. Bu birlik kazanım getirdi, hayat koşullarında biraz daha iyileşme sağladı.

EKMEK MÜCADELESİNİ BÜYÜTÜRKEN NEOFAŞİZME KARŞI İŞÇİLERİ BİLGİLENDİRMEK GEREK
Ama biz biliyoruz ki modern sanayide, büyük fabrikalarda böyle bir örgütlenme henüz yok. Saya ve tarım iş kolunda başarılı grev deneyleri, dayanışma örnekleri olsa da henüz bunlar sendikal bir örgütlenmeye dönüşmüş değil. Dolayısıyla Türkiye'de işçi sınıfı derdi olan kesimlerin bu örgütlenme pratikleri üzerinden yerli ve göçmen işçilerin mücadele ortaklığı ve birliğini yaratmaları gerekir. Ama burada özellikle şunu ifade etmek isterim, bu sadece ekmek talebiyle olabilecek bir şey değil. Elbette ekmeği büyütmek için el ele vermek, yerli ve göçmen karşıtlığını ortadan kaldırmak gerekiyor, ama bununla beraber sistematik olarak ırkçılığa, şovenizme, neofaşizme karşı işçi sınıfını aydınlatmak özellikle yerli işçileri bilgilendirmek gerekiyor.

YOKSULLUK MÜLTECİLERİ KISKACA ALMIŞ DURUMDA

Son sözlerinizi alabilir miyim peki?
Birkaç gün önce Kilis'te bir aile dramı yaşandı. Suriyeli bir aile trajedisi daha doğrusu. Bir baba, üç çocuğunun ve eşinin canına kıyarak intihar etti. İntihardan hemen önce bir video mesaj bıraktı; eşini çok sevdiğini onunla bir sorunu olmadığını, eşinin de kendisini çok sevdiğini ama yoksulluktan artık bunaldıklarını ve başkaları gibi başka Suriyeliler, mülteciler gibi dilenmek istemediğini söyledi. Biz bu tür çöküş hikayelerini, çözülme hikayelerini sadece göçmen işçilerde görmüyoruz. Yerli işçilerin, yerli yoksul ailelerin bir bölümünde de bunu yaşıyoruz. Bu bize şunu söylüyor.

Türkiye'de derin yoksulluk dediğimiz şey mülteci toplumunu çok ayrı olarak kıskaca almış durumda, travma hali büyüyor. Bu daha sert kırılmalara yol açacak. Dolayısıyla Türkiye'de sosyalist güçlerin, emek demokrasi güçleri ve mücadeleci sendikal kesimlerin bu derin yoksulluk, hayat pahalılığı ve kapitalizme karşı mücadelede sadece Türkiye vatandaşı olan işçi ve yoksulları değil göçmen işçileri de içerisine alan bir mücadele programı ortaya koymaları gerekiyor. Dünyada yükselen aşırı sağ, Türkiye'de son seçimlerde ters etki yaratmış görünüyor. Görece bir tablo söyleyebiliriz ama bu yanıltmamalı durumu. 20. yüzyıl faşizm pratiği bize şunu gösterdi, faşizmin yükseliş argümanları göçmen, yabancı düşmanlığı olduğu kadar -Türkiye'de buna özel olarak Kürt düşmanlığını da ekleyebiliriz- aynı zamanda işsizlik ve yoksulluktan bunalan proleter kesimlerin şovenizm zehriyle bir yedek güç haline getirilmesiyle başarıldı. Yeniden böyle bir döneme doğru giriliyor.

TÜRKİYE'DE İŞÇİ SINIFI FAŞİZME KARŞI ÖRGÜTLENMELİ
Son seçimlerde Zafer Partisi'nin aldığı oylara detaylı bakmak gerekiyor. Bir milyon oy aldı, oyunu konsolide ediyor, ciddi bir düşüş yok. Özellikle İstanbul'un göçmen yoğun ilçelerinde yüzde 4-5 bandında oyu var. Burada belki de zayıf kaldıkları nokta -Avrupa'nın tarihsel faşizminden farklı olarak- yoğun göçmen düşmanlığı yapmış olmakla beraber işsiz ve yoksul, bunalan milyonların taleplerini yedekleme konusunda başarılı değiller. Yoksa o da başarıldığında Türkiye'de tarihsel olarak da aşırı sağın, faşizmin güçlü bir temeli vardır. Bugün dünyada yükselen dalgaya bağlı olarak bu trendi yeniden yakalama tehlikesi vardır. Dolayısıyla dünyada küresel olarak ve Türkiye'de faşizm tehlikesine karşı işçi sınıfının örgütlenmesi, mutlaka şovenizme, ırkçılığa ve neofaşizme karşı mücadeleyi de bir gündem olarak ajandasına almak durumunda.